15.01.2020

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Mustafa GÜVENÇ, Dini Yüksek İhtisas Merkezimizde "Kur'an İslamı Söylemi Üzerine" Konulu Konferans Verdi

Başkanlığımızca, "İhtisas Konferansları" kapsamında Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Sayın Mustafa GÜVENÇ, 15/01/2020 tarihinde “Kur'an İslamı Söylemi Üzerine” konulu konferans verdi.

Konferanstan öne çıkan özetler: 

“DİNDE KAYNAK OLARAK KUR’AN YETER” SÖYLEMİ

Son zamanlarda sosyal medya ve TV aracılığıyla halk nezdinde etkili olmaya başlayan “tek kaynak Kur’an söylemi” bugünkü şekliyle ilk olarak Hint alt kıtasında ortaya çıkmış daha sonra başta Mısır olmak üzere bazı Arap ülkelerine sirayet etmiş ve çeşitli kişilerin çalışmalarıyla ülkemizde de dillendirilmeye başlanmıştır. İslam tarihi sürecinde bazı konular muvacehesinde hadis ve sünnete karşı bireysel tarzda birtakım olumsuz yaklaşımlar olmakla birlikte bunlar münferit söylemler olarak kalmış, son asırda ortaya çıkan bu yöneliş ise iletişim ağlarının genişliği sebebiyle daha farklı bir boyuta ulaşmaktadır. Üretilen sloganik cümleler ve ve modern akla aykırı görülen bazı rivayetlerin gündeme taşınmasıyla halk üzerinde özellikle de gençler nezdinde etki alanı oluşturulmaktadır.

Bu söylemin tesiri altında kalan ve İslamî ilimler alanında yeterli birikime sahip olmayan bazı kişilerin, maselef Hz. Peygamber, hadisler, sünnet, mezhepler, müctehitler ve İslamî gelenek üzerinde farklı düşüncelere evrildiği ve uygun olmayan söylemlere yöneldiği görülmektedir. Bu doğrultuda bilgi istenilen her konuda “Bunun Kur’an’dan delili nedir?”, “Bana rivayet aktarma”, “Bu Kur’an’da var mı?” “Bana Kur’an’dan konuş” ve “Bu hadis sahih mi?” şeklinde bazı telkinler altında ezberlenmiş cümlelerle bilinçsiz bir itiraza başvurma göze çarpmaktadır. Halbuki Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin…” (Nisa 4/59) buyurarak Hz. Peygamberin dindeki konumunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Parçacı bir anlayışa sahip olan bu söylem sahipleri, bazı ayetleri bağlamından kopararak görüşlerine delil olmak üzere kullanmaktadır. Mesela “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?”  (Ankebût 29/51) ayeti, Kur’an’ın dini hükümlerin tek kaynağı olduğu manasında verilmektedir. Oysaki bir önceki ayet olan “Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?» derler. De ki: Mucizeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebût 29/50) cümlesi bağlamında değerlendirildiğinde esasen bu ayet ile kastedilenin, Kur’an’ın dini hükümlerin kaynağı olarak yeterli olma manası değil de Hz. Peygamberin, nübüvvetini ispat ve teyit eden bir mucize olarak yeterli olduğu manası olduğu anlaşılmaktadır.

Genel olarak hadisler ve rivayetlere karşı iki aşırı ucun olduğu ve bunların birbiriyle olan mücadelesi sebebiyle de orta yolun göz ardı edildiği müşahede edilmektedir. İfrat ve tefrit olarak nitelenebilecek olan bu iki uçtan biri, tüm rivayetleri ve bilgileri kat’i delil olarak algılarken diğeri ise bunları tamamen reddetmektedir. Birbiriyle hem mücadele eden hem de birbirini besleyen bu anlayışlar yerine orta yolun kaim olması ve rivayetlerin sahihi sakiminden ayrılarak hem mevzu rivayetler bahanesiyle tüm hadislerin inkarına giden yönelişin hem de tüm rivayetleri sahih ve kaynak kabul eden anlayışın doğru bir yaklaşım olmadığının farkına varılmalıdır.

Rivayetlere ve hadis külliyatına karşı bir tavır içinde olan ve “Kur’an İslamı” olarak anılmayı arzulayan kişilerin, kendi görüşlerini destekler mahiyette olan birtakım rivayetleri delil olarak almaları ise ilmi tutarlılıktan uzak bir davranış ve rivayet istimarcılığıdır. Mesela Hz. Aişe’nin (r.a.), ölen kişi arkasından ağlanılması halinde azap görür anlayışı karşısında “Kimse kimsenin günahını yüklenmez.” (Fâtır 35/18) ayetini okuyarak bu konuda “Kur’an yeter” demiş olması, hem bağlam göz ardı edilerek hem de umûmî bir manada alınarak genel bir delil şeklinde sunulmaktadır.

Bu söylemin ilk defa ortaya çıkış sebepleri arasında XIX. asırda Hint alt kıtasında meydana gelen siyasi olayların ve Müslümanların Batı karşısında güçsüz kalmalarının etkili olduğu söylenmektedir. Bu bağlamda Müslümanların mevcut durumlarının dinden değil de dini anlayıştan kaynaklandığı dolayısıyla eski parlak günlere yeniden kavuşulması için mevcut Kur’an algısı ve din anlayışının terk edilmesi ve doğrudan Kur’an’a yönelinmesi gerektiği fikri ortaya atılmıştır. Böylece Batı’da olduğu gibi geleneği sorgulama ve dinde reform yapma gibi bir anlayışın dillendirildiği ifade edilmektedir.

Bu söylem müntesiplerince gündeme getirilen ve tartışılan konuların esasen baştan beri aynı olduğu ve güncel hayat ile doğrudan ilgisi bulunmayan bazı mevzuların tekrar tekrar dillendirildiği görülmektedir. Mesela “kabir azabı”, “şefaat”, “mucize” gibi konularla “kertenkele”, “deve idrarı” ve “sinek kanadı” gibi birtakım rivayetler ulemanın açıklama ve izahları göz ardı edilerek aktarılmakta ve hadis külliyatının tahkir edilmesine sebep olunmaktadır.

Önce Çıkan Bazı Söylemleri ve Cevaplar;

Din olarak Kur’an tek başına yeteridir. Kur’an, dinin bütün detaylarını içerir ve Kur’an’da eksiklik yoktur: Aslında Kur’an’ın dinde hüküm kaynağı olarak yeterli olduğuna dair sarih hiçbir ayet bulunmamaktadır. Ayrıca namaz, hac ve zekât gibi ibadetlerle ilgili detaylı bilgi, Kur’an’da değil sünnete yer almaktadır. Dolayısıyla sadece Kur’an ile yetinilmesi halinde bu ibadetlerin tam olarak yerine getirilmesi mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda delil olarak getirilen “Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am 6/38) ayeti de esasen bu manayı ifade etmektedir. Zira bu ayette yer alan kitap kelimesi, ulemanın çoğunluğu tarafından Kur’an olarak değil de Levh-i mahfûz olarak anlaşılmıştır. Şayet Kur’an olarak anlaşılırsa bu ayet, son inen ayet olmadığına göre ve Allah bu ayetten sonra başka ayetler de indirdiğine göre demekki eksiklik varmış şeklinde uygun olmayan bir durum söz konusu olacaktır.

Kur’an, açık ve anlaşılır bir kitap olup bu noktada başka bir şeye ihtiyaç bulunmamaktadır: Kur’an, kitab-ı mübîndir fakat Hz. Peygamber’in beyan ve sünnetiyle böyledir. Zira aksi olsaydı Yüce Allah “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik.” (Nahl 16/44) ayetinde ifade edildiği üzere açıklama görevini Hz. Peygambere tevdi etmezdi. Ayrıca bu görüşe sahip olan bazı kişilerin, ciltlerce tefsir eseri yazmış olmaları tutarsızlık yönüyle dikkat çekmektedir.

Helal ve haram kılma yetkisi sadece Kur’an’a ait olup Hz. Peygamber’in böyle bir yetkisi söz konusu değildir: Dinde mutlak Şâri, Allah’tır fakat Hz. Peygamber de Allah’ın tevdi eylemesiyle bu vazifeyi yerine getirmektedir. Zira şu ayetler, Hz. Peygamber’in bu yönüne işaret etmektedir; “… işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” A’raf 7/157), “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan…” (Tevbe 9/29)

Hz. Peygambere Kur’an’dan başka vahiy gelmemiştir. Dolayısıyla hadis ve sünnet, vahiy değildir: Kur’an dışında Yüce Allah’ın Hz. Peygamber ile irtibata geçtiği ve ona birtakım bilgiler verdiği bizzat Kur’an’ın bazı ayetlerinden anlaşılmaktadır. Mesela “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygambere açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.” (Tahrim 66/3) ayeti buna açıkça işaret etmektedir. Zira Yüce Allah haber verdiğini ifade etmekte fakat bu bilgi aktarımı ve Allah’ın ne dediği Kur’an’da yer almamaktadır. Bu da Kur’an dışında da vahyin olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.

Hadisler, Hz. Peygamber’den çok sonra yazılmış ve onun ömrüne kıyasla çok sayıda olup bizlere ulaşanlar da birilerinin (muhaddislerin) tercihleridir. Halbuki Yüce Allah’ın dinde kaynak olan birşeyi, bazı kişilerin tercihine bırakmış olması düşünülemez: Hadislerin hepsi Hz. Peygamber döneminde yazılmış olmasa da bazı sahifelerin o dönemde oluştuğu bilinmektedir. Ayrıca tarihi durumlar değerlendirilirken zamanın şartları ve anlayışı göz ardı edilmemeli ve geçmiş, güncel ilmi anlayıştan hareketle yargılanmamalıdır. O dönemde zihinlerin berrak olması, hafızanın bu anlamda kuvvetli olması, yazının ibtidai bir durumda olması ve Müslümanların hadis aktarımındaki titizliği dikkate alındığında muhafazanın en güzel şekilde gerçekleştiği ve yazıya geç geçirilmiş olmasının bir eksiklik olarak telakki edilemeyeceği anlaşılabilir. Hadis külliyatında yer alan rivayetlerin hepsi merfu rivayet olmayıp mevkuf ve maktu rivayetler de bulunmaktadır. Ayrıca hadislerin metin ve senedinde olan bir kelime değişikliği sebebiyle mana aynı olmasına rağmen bunlar farklı hadis olarak değerlendirilmiş ve bu şekilde hadislerin sayısı artmıştır. Muhaddislerin tercihi de bu noktada aynı manadaki rivayetlerin bir veya birkaçını tercih etme şeklinde olmuş ve titiz bir çalışma neticesinde rivayetlerin sahihini sakiminden ayırma işlemi gerçekleştirilmiştir. Hadisleri toplama uğruna sergilenen bu çalışma, gayret ve fedakarlıklar göz ardı edilerek muhaddisleri, tahkir edici ifadeler kullanmak ve yaptıkları işin, dine zarar verici bir ameliye olduğunu söylemek asla doğru değildir.

Bu anlayış, parçacı bir yaklaşım üzerine bina edilmiş olması, mensuplarının ibadetleri sünnete uygun yapmalarına rağmen sünneti inkâr yoluna gitmeleri, Sünnet/Hadis inkarını, Kur’an müslümanlığı arkasına gizlemeleri, keyfi yorumlara meyletmeleri, münferid konuları genelleştirmeleri ve kendi görüşlerini teyit eden rivayetleri kullanmaları şeklinde birtakım çıkarımlarla eleştirilmektedir.  

Hz. Peygamber’den en çok hadis rivayet eden sahabî olan Ebû Hureyre’ye tahkir ifadeleri kullanmaları ve onu eleştirmeleri esasen realiteye muvafık değildir. Zira onun rivayet etmiş olduğu hadislerin az bir kısmı hariç diğerleri başka sahabîler tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca Ebû Hureyre son üç buçuk yılında Hz. Peygamberin yanında bulunmuş ondan çok şey öğrenmiş ve ondan sonra 47-48 yıl yaşayarak bu öğrendiklerini insanlara aktarma imkanına sahip olmuştur.

Meal okurken dikkat edilmesi gereken durumları şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Meal, Türkçe Kur’an değildir. Mealin bir tercüme işi olduğu ve mütercimin anlayışını yansıttığı ihmal edilmemelidir.
  • Mütercimin bazı konularda ön yargılarının olup olmadığı araştırılmalı ve ilmi müktesebatı ile bu alandaki yeterliliği dikkate alınmalıdır.
  • Bir meal ile yetinilmeyip birçok mealden istifade edilmeli ve gerek görülmesi halinde karşılaştırmalar yapılarak ayetlerin doğru anlaşılması sağlanmalıdır.
  • Sadece meal ile yetinilmeyip diğer alanlara dair okumalar da yapılmalı ve meal yanında tefsir eserlerinden de istifade edilmelidir.
  • Anlaşılmakta zorlanan yerlerde destek alınmalı ve bilgi sahibi olan kişilerden öğrenilmeye gayret edilmelidir.
  • Meal okunmalı fakat mealcilik yapılmamalıdır. Dolayısıyla mealden hareketle ahkâm kesme yoluna gidilmemelidir.

Konferansa Dini Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü Seyit BADIR hocamız, Eğitim Görevlileri, İhtisas, Aşere Takrib Tayyibe, Tashih-i Huruf, Hizmet İçi Eğitim kursiyerleri ve idari personel katıldı.