17.03.2021

Eğitim Görevlimiz Hasan KAYTAZ tarafından “On Kıta Bir Vatan, İlelebet İstiklâl” Konulu Konferans Verildi.

İstiklâl Marşı’nın kabulünün 100. yılı ve Mehmet Akif Ersoy'u anma programları kapsamında Müdürlüğümüzün konferans salonunda 17.03.2021 tarihinde eğitim görevlimiz Hasan KAYTAZ tarafından kursiyerlerimize “On Kıta Bir Vatan, İlelebet İstiklâl” konulu konferans verildi.

Konferans için kürsüye gelen Hasan KAYTAZ hocamız, Mehmet Akif Ersoy'un hayatıyla konuşmasına başladı.

Hayatı:

Şevval 1290’da (Aralık 1873) İstanbul Fatih’te doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil için Arnavutluk’un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiş, Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendidir.

Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nden mezun olan Mehmed Âkif (1885) Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889). Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı.

Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytariyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce Edirne’de, daha sonra Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman zaman ara verdiği hıfzını da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı.

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ebül‘ulâ Zeynelâbidîn (Ebül‘ulâ Mardin) ve Eşref Edip’le (Fergan) birlikte devrin ilim ve fikir hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı Müstakîm mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908).

Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin edildi. Dönemin aydınları arasında Arapça’yı en iyi bilenlerden olan Âkif, bir taraftan da İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde cemiyetin Hey’et-i İlmiyye üyesi olarak Muʿallaḳāt ve Lâmiyyetü’l-ʿArab gibi eserleri okutup Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi. 

Mehmed Âkif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele’nin teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti’ne bağlı Hey’et-i Tenvîriyye’ye (Hey’et-i İrşâdiyye) katıldı.

1913 yılının sonunda, İttihat ve Terakkî’nin merkez-i umûmî üyesi olan, aynı zamanda şiir ve yazılarıyla İttihatçılar’ın fikir babası sayılan Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi üzerine İstanbul Dârülfünunu’ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı. Çıkarmakta olduğu Sebîlürreşâd (sırat-ı müstakim mecmuasının ismi değişti) da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere kapatılmıştır. 

Mehmed Âkif, 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa’nın maddî desteğiyle Mısır ve Medine’ye iki aylık bir seyahate çıktı (Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar’daki “el-Uksur’da” şiiri bu seyahatin mahsulüdür). 

Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin’e gitti. (Hâtıralar kitabındaki “Berlin Hâtıraları” adlı uzun manzumesi bu gezinin intibalarıyla yazılmıştır).

Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle, Arabistan’da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer’in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti (Mayıs-Ekim 1915). Bu seyahatin devamında ikinci defa ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara’nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği “Necid Çöllerinden Medine’ye” manzumesini kaleme aldı. 

1918 Temmuzunda Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa’nın  (Osmanlı İmparatorluğu’nun tayin ettiği son Mekke emiridir. Medine’ye bizzat giderek Fahreddin Paşa’nın yanında Şerif Hüseyin ve adamlarına karşı mücadele etmiş, Arapların Türk hâkimiyetinde olmadıkları sürece huzurla yaşayamayacaklarını savunmuştur.) daveti üzerine İzmirli İsmail Hakkı Bey’le birlikte Lübnan’da (Âliye) bulundu. Dönüşünde şeyhülislâmlığa bağlı dinî-akademik bir kuruluş olan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin başkâtipliğine tayin edilen Mehmed Âkif (Ağustos 1918) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu (Ocak 1920). Müessesenin yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’nin idaresini de üstlendi.

I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla 1920 Şubatında Balıkesir’e giden Mehmed Âkif burada Kuvâ-yi Milliyeciler’le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı.

Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı (24 Nisan 1920). Hacı Bayram Camii’ndeki ilk vaazının ardından vazifesinden izinsiz ayrıldığı gerekçesiyle Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’deki görevinden azledildi. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçildi (5 Haziran 1920).

1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti’nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Âkif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi. Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından alınıp Dârü’l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır. 

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet vekilleri gibi Mehmed Âkif de aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a giden Âkif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebîlürreşâd’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarlarını İstiklâl mahkemelerine sevketmiş bulunuyordu. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21 Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmed Âkif’e teklifte bulundu. Âkif, yapılacak çalışmanın dinî ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meâl denilmesi ve Elmalılı M. Hamdi’nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti. 1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Âkif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır (bk. MEHMED İHSAN EFENDİ). 

On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, başı boş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti.

1935’te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). 

Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzâde Ahmed Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif’in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mehmed Âkif yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde (1986) Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı. 

Fikirleri:

  1. Geri Kalmışlığın Nedenleri:

İctimaî Nedenler:

Cehalet: Cehalet, İslam ümmetinin sinesine çöken kapkara bir kâbustur.

Medreseler ve diğer eğitim kurumları yetersizdir.

Karamsarlık:

Batı hayranlığı ve batıyı körü körüne taklit:

Milliyetçilik ve Kavmiyetçilik: Kavmiyetçilik, İslam’ı temelinden yıkar.

Duyarsızlık- Vurdumduymazlık: İslam dünyasındaki bütün olumsuzluklara rağmen herhangi bir hareketlilik yok. İnsanlar vapur ve trenlerle yurtlarından çıkarılmalarına ve kafalarına top yağmasına rağmen uyanmamaktadır.

Tembellik:    

  1. Dinî Sebepler:

Nassların Algılanması: Kur’an’ın sadece Arapçası okunuyor manasına kimse bakmıyor.

Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’an’ın

Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın.

 

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

 

Bu yaşananları hadisine sığınarak normal göstermeye çalışan ulemayı eleştirir. (Din sahasında tepinip Kâbetullaha çifte atanlar).

Kitap, sünnet ve icmayı doğru anlayacak ve ictihad edecek liyakatli âlimler yoktur.

Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı

 

Mısır'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh konuşurken neye dairse Cemaleddin'le;

Der ki tilmizine Afgan'lı: Muhammed dinle! inkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak!

Çıkarıp gönderelim, hasılı, Şeyhim, yer yer, Oradan alem-i islam'a Cemaleddin'ler .. Akif, İnkılab istiyorum ben de, fakat, Abduh gibi der.

 

Dini tedkik edeceksek, dönelim haydi geri; Alalım neş'et-i lslam'a yakın bir devri:

 

Sayısız hadise var ortada tatbik edecek;

Hani bir tane "usul" alimi, yahu, bir tek?

Böyle avare düşünceyle yaşanmaz, heyhat,

"Mülteka" fıkhınızın namı, usulün "Mir'at".

Yaşanır, zannediyorsan, Baba Ca'fer'liksin,

Nefes ettir, çabucak. kendine, olsun bitsin!

 

"Böyle gördük dedemizden!" sesi titrek titrek!

"Böyle gördük dedemizden!" sözü dinen merdud

Acaba saha-i tatbiki neden na-mahdud?

Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet, bilseydik,

Çare yok gösteremezdik bu kadar sersemlik.

Kitab’ı Sünnet'i, icma'ı kaldırıp attık;

Havassı maskara yaptık, avamı aldattık.

Yıkıp, Şeri'ati, bambaşka bir bina kurduk;

Kader Algısı:

Amelsiz bir Din Anlayışı: İslam’ın sadece ismi kaldı.

Dünya Fânidir Safsatası ve Atâlet: Bu anlayışa kaynaklık eden bazı tasavvufî yaklaşımlar geri kalmamıza kısmen tesir etmiştir.

Abdülhamid Hakkındaki Sözleri: Efganî ve Abduh’tan etkilenerek modernis fikirlere meylettiği ve Abdülhamid’e düşmanlığının siyasî değil dinî sebeplerden olduğunu söyleyenler vardır.

“Kardeşim” dediği Mithat Cemal (Kuntay) anlatıyor:  Âkif, üç padişahtan Reşad’a kızıyor, Hamid’den iğreniyor, Vahdettin’e hem kızıyor, hem iğreniyordu… Abdülhamid’den yalnız mânen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 Meşrutiyeti’nde Meclis-i Meb’usan’ın açılacağı gündü. Âkif’le Büyük Reşid Paşa türbesinin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması sâridir; biz de koştuk. Âkif beni bıraktı, kalabalığı yardı; yarmasıyla beraber geri kaçtı; sapsarıydı. “Bir cinayet mi var?” dedim. “Aman dur, midem bulanıyor” dedi. Midesinin bulanması ifade tarzı değildi; bütün safrası yüzündeydi. “Hasta mısın yoksa?” dedim. Hasta filan değildi; ömründe ilk defa Abdülhamid’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclis-i Meb’usan’ın küşad resmine gidiyordu. Âkif: “Boyalı sakalı ile suratı birdenbire karşıma çıktı; fena oldum” dedi. Halk geçip giden arabayı hâlâ alkışlıyordu. Âkif: “Aman yarabbi, otuz üç sene bu! Hâlâ alkışlıyorlar, kaçalım. Bir sokağa sapalım!” dedi. Bu alkışların duyulamayacağı bir yer arıyordu. Bir müddet sonra Sultan Hamid mebuslara Yıldız köşkünde bir akşam yemeği verdi. Yemekten sonra bazı meb’uslar Abdülhamid’in ellerini öptüler. Âkif buna haftalarca kızdı… [Mehmet Akif, İst. 1939, s. 242-243]

“Ortalık şöyle fenâ, böyle müzebzeb işler

Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer”;

Asım:

“Çoktan beridir vardı benim bir derdim

Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid

Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid”; 

Asım:

Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi;

Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi .

Ne edeb der, ne hayâ der, ne fazîlet, ne vakar; 

Geyirir leş gibi, mu’tâdı değil istiğfar.

Aksırır sonra, fütûr etmeyerek, burnumuza...

Yutarız, çâre ne, mümkün mü ilişmek domuza?

Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,

Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına! 

Asım:

Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs, 

Şu telâkkîye bakın, en kötü vahşet: Nâmûs! 

Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran, 

Bari yirminci asırdan sıkıl artık hayvan!

Asım:

Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,

Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa’atın.

Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem,

Herifin ağzı “samed ”, mi’desi yüzlerce “sanem ”! 

Köse İmam:

“Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek

Otuz üç yıl bizi korkuttu şerîat diyerek”.

Safahat, İstibdad

 “Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad

Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yâd,

Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se

Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e”;

 

Pişman Olmuş mudur? Ali Ulvi Kurucu bu mevzuyu çok araştırdığını fakat pişmanlık eserine rastlamadığını ifade eder. Hatta onun ağzından bir şiir yazıp pişman olduğunu göstermek ister fakat buna itiraz edilir.

Bazıları Semerci şiirini bir pişmanlık eseri olarak görürse de, Âkif burada yeni gelenlerin, eskisini arattığını terennüm etmekten başka bir şey yapmış değildir.

Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,

Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte çifte semer!

Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;

Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.

Semerci usta geberseydi... Değmeyin keyfe!

Evet, gebermelidir inkisâr edin herife.

Zavallı usta göçer bir gün âkıbet, ancak,

Makaamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?

Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;

Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.

Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.

Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.

“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?

Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:

Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”

Nâsîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak;

Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.

Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.

Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;

Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.”

--------

Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın,

Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa’atın.

Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem,

Herifin ağzı “samed ”, mi’desi yüzlerce “sanem ”! 

Diyerek sözlerine son verdi.

Konferansa Dini Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü Seyit BADIR, Eğitim Görevlileri, İhtisas, Aşere-Takrib,  Tashih-i Huruf kursiyerleri ile personel katıldı.